Haber
August 7, 2012

NCR-04 [Yıldız Falı]: Musibet

yazan

Musibet: NCR04 “Yıldız Falı” sayfalarından Emre Arolat imzalı bir metin

Ah güzel İstanbul! Seni uslanmaz, seni zengin gönüllü şehir…

Rahat durduğu pek görülmemişti ya, yine içten içe kaynıyor bugünlerde. Taklalar atıyor, oradan oraya zıplıyor. Bir büzülüp bir geriliyor omurgası. Bir kararıp bir açıyor yüzü. Ama gitgide bulanıklaşıyor. Eskisinden çok daha büyük bir hızla bu kere.

Büyük dönüşüm tahayyülleri, bir tür hiperaksiyon, ya da düpedüz bir hezeyan. Her an parlak bir fikir, her gün yeni bir proje… Çılgın mılgın, absürd mabsürd. Hızlı taslaklar, taslaklarla çıkılan aceleci ihaleler. Sarsak müdahaleler, umarsızca uygulamaya koyulan kent ölçeğinde kararlar. Özgüllük, arama, anlama, katılım ve toplumsal mutabakat yerine kerameti kendinden menkul bir autos-kratos durumu. Her türlü incelik arayışıyla kafa bulan. Derinlere inmeyen, inemeyen, inmek de istemeyen daha ziyade yüzeyi tarayan. Tıpkı sanal alemin o hafif, o kaygan, o hazcı sörf hareketi gibi. Oradan oraya salınan, tam bir yerlere tutunacakmış gibi yaparken birden renk değiştiren. Kendisini gösteri dünyasının yeni ve kışkırtıcı rüzgârlarına bırakıveren.

Bu öforik hamlelerin akıl ötesi hızının bir yandan da eşi benzeri bulunmaz bir enerjiyi açığa çıkarttığına hiç kuşku yok. Gel gör ki ahali sessiz. Birkaç çatlak ses dışında hiçbir tepkime yok. Diken üstünde ne olacağını bekliyor sanki. Göz ucuyla izliyor. Ona dokunmayan yılan bin yıl yaşasın. Oysa tuhaf ve tehlikeli bir enerji bu. Hayli müdanasız, olabildiğince pervasız öte yandan. Köprüler, kanallar, kışlalar…

Bu kentin tansiyonu hiç bu kadar yükselmemişti galiba…

İşte böyle bir iklimde İstanbul Tasarım Bienali’nin alacağı pozisyon hem şehir hem de tasarım dünyasının farklı katmanlarındaki aktörler adına kritik bir durum oluşturuyor. Bienal tam da bu yüzden, karşılaşılan sorunlara kendi başına çözüm üretmek gibi ulvi bir rolü reddediyor. Bunun yerine sorular sormayı ve yeni sorular sorulması için ortamdaki potansiyelleri tetikleyecek bir gösteriyi ortaya koymayı amaçlıyor. İki ana sergiden biri olan “Musibet”, kentsel ve mimari tasarım bağlamındaki omurgasını, biri bağlamın ve özgüllüğün, diğeri ise bir tür neolojist bağlamsızlığın estetizasyonu olarak adlandırılabilecek iki üst-başlık üzerinden kuruyor. ‘Büyük Dönüşüm’ sürecinin ürettiği yönelimler de bu iki üst-başlığı birbirine bağlıyor.

İstanbul’da son dönemde bir tür musibet olarak gündemde olan “kentsel dönüşüm yasası” ve bir mutenalaştırma  (gentrification) çabası olarak ortaya konan kentsel dönüşüm projeleri; kamu yararı gibi kulağa hoş gelen, büyük kitleler tarafından hemen benimsenen, üstelik mimarlık dünyasında da neredeyse hiç problemleştirilmeyen ve meşruiyeti kuşku yaratmayan bir savı da arkasına alarak etkinlik alanını genişletiyor. Bu dayatmacı tutumun kişisel haklar ve özgürlük alanları bağlamında hatırı sayılır bir hegemonya ve verimsiz bir gerilim ürettiği konusunda artık hiç kimsenin kuşkusu yok. Bu süreçlerin aktörlerinden biri olan TOKİ, Türkiye’nin hemen yer yerinde gerçekleştirdiği büyük toplu konut projeleri ile bir yandan bağlamı hiçe sayan bir yapı üretim modeli ortaya koyarken; yine devlet eliyle yapılan adalet sarayları, okullar ve bazı yönetim binaları, ‘bağlamsal olanın estetizasyonu’ olarak görülebilecek bir sahte bölgeselcilik ya da daha fenası tarihselcilik hareketi üzerinden ağır bir kimlik dayatması üretiyor. Kentsel ve mimari tasarım, yönetim erkinin kendisini en güçlü hissettiği bugünlerde ideolojik tahayyüller üzerinden araçsallaştırılıyor.

Diğer uçta ise yeni dünyanın evrensel kabullerinin, yeni teknolojilerin, hızların ve olanakların getirdiği bir tür özerklik kavrayışı, kendini yenici ve hatta geleceğe ait olma tahayyülü ile cilalayıp sunarak meşruiyetini ilan ediyor ve bulunduğu yerle olan ilişkisini büyük bir hızla gevşetiyor. Neredeyse nitelik gözetmeksizin sadece sıra dışı olanı yücelten bu yönelim, tüm yüzeyleri parlatırken aynı zamanda keskin köşeleri yumuşatıyor ve bir dizi farklılık ortaya koymak üzere yola çıkılmış olmasına karşın giderek yaygınlaşan bir ‘aynılaşma’ üretiyor. Bu açıdan bakınca adına anti-bağlamsalcılık adını verebileceğimiz bu yönelim ile, gelişme mecrası geçicilik ve mevsimsel yenilenme üzerinden tanımlanan moda tasarımı şimdiye kadar hiç olmadığı oranda yakınlaşmış görünüyor.

Tasarım bienali, kentin gelişiminde söz sahibi olan aktörleri ama belki de bundan daha da önemlisi, bu aktörleri etkileme, yönlendirme hatta zaptetme potansiyeli taşıyan ahaliyi, bu büyük dönüşümü sorunsallaştırarak hızla üzerimize doğru yaklaşan geleceğe doğru derin bir bakış yöneltmeye çağırıyor.

paylaş

Cevapla

You must be logged in to post a comment.