Haber
September 5, 2012

NCR-05 İstanbul’a Mektuplar -2

yazan

Joseph Kanon, Alejandro Zaero-Polo, Daan Roggeveen ve Nazlı Gönensay mektupları

Sevgili İstanbul,

1945’te tüm savaşı tarafsızlığın cambaz ipinde yürüyerek geçirmiş bir şehirdin. Yabancı casusların Park Hotel’in barında masalar arası mekik dokudukları bir oyun alanıydın. Park Hotel artık yok, yerini önce bir otopark aldı, sonra lüks bir apartman. Başka birçok şey de değişti: tramvay hatları kapatıldı, Boğaziçi’ne köprüler asıldı, caddelere yeni adlar verildi. Dik yokuşlarını ve kıyının gerisinde kalan iç bölgelerini 14 milyon insan daha doldurdu. 1945’in İstanbul’u şimdi ancak hayallerde yaşıyor ve onu gerçek kılmak için bir tür edebi arkeoloji çalışması yapmak, eski haritalar, fotoğraflar, güncelerde kaleme alınmış gelişigüzel referanslarla tarihin üstüste binmiş katmanlarını teker teker soymak gerek.

Ama altyapıyı, bir caddeyi, yeniden yaratmak bir şey; asıl sıçramayı yapıp zamanda geri gitmek başka bir şey. Şimdi bize imkansız uzaklıkta gelen şeyler o zamanın güncel olaylarıydı. Saltanat 23 yıl önce, harem ise sadece 36 yıl önce feshedildi. Yakın geçmiş sayılır. O zamanlar İstanbul’un dört bir tarafını, geçmişin şanlı zaferleri için nostaljik duygular besleyen Osmanlı muhafızları ve bir an önce modern dünyanın bir parçası olmaya kararlı genç Atatürk nesli doldurmuş olmalı. Ve bir zamanlar hayat dolu olan azınlık cemaatlerinden geriye kalanların arasına önce damla damla sızan, sonra gürül gürül akan mülteciler, Batılı gurbetçiler, yalnız kendileriyle meşgul olup, bir yandan da casusluk çevirenler… Harika bir ortam diye düşündüm, ve belki de ilk başta düşündüğümüz kadar da uzak değil.

İstanbul, sen hala insanlar ve farklı gündemlerin birbirine girdiği baş döndüren bir karışımsın. Sokaklarının görüntüsü o zamanın sokaklarına çok benziyor, deniz trafiğinle hala canlısın, hala tarihi katmanlarla yaşayan bir şehirsin. 1945 bu katmanların yalnızca bir tanesi. Benim kitabım için yeterli ama koca mozaiğinin yalnızca bir parçası. O zamanlar bize keyif vermiş şeyler, şimdi de keyif veriyor: Sinan’ın uhrevi yapıları, Eminönü rıhtımını boydan boya süzülerek geçen kuşlar, Galata Köprüsü’nde sıra sıra dizilmiş sabırlı balıkçılar. Sen daima, şimdi de, o zaman da, bir yazarın rüyasısın. Nefes alıp veren tarihinle sarmalanmışsın.

Joseph Kanon


Sevgili Isidore

Merak ediyorum acaba Kubbe’yi inşa ederken ne yaptığını biliyor muydun ve seni bunu yapmaya iten şey neydi? Sana bunu yapmak için ilham vereninse Konstantinopol – güneşin öğleden sonra suları altına çevirdiği, Avrupa ve Asya arasındaki o insanı hayrete düşüren kuşatılmış toprak parçası – olması gerektiğini düşünüyorum sonra. Müşterinin – Jüstinyen– seni nasıl bulduğunu ve mimar olmadığın halde, Kudüs Tapınağı’nı dahi gölgede bırakacak bir mekan inşa etme görevini sana nasıl emanet ettiğini merak ediyorum. Tüm ihtiras ve emellerini billurlaştıracak bu yapının bir bilim adamınca tasarlanmasının daha iyi olacağına karar verirken aklından neler geçtiğini merak ediyorum. Bazen seni müşterinden ayrı düşünemiyorum. Böylesine olağanüstü miktarda malzemeyi -sanki Ayasofya o koca krallığın minyatür malzeme deposuymuş gibi – Jüstinyen İmparatorluğu’nun en ücra köşelerinden taşıyıp getirmek için gereken güç kimdeydi? Efes’teki Artemis Tapınağı’ndan Helenistik sütunların, Baalbek’ten Korint sütunların getirilmesi senin sorumluluğunda mıydı? Mısır’da porfiri taş, Tesalya’da yeşil mermer, Boğaziçi’nde kara taş, Suriye’de sarı taş arayan sen miydin? Yoksa bu malzemelerin Bazilika’nın birer parçası olmasına karar veren bizzat Jüstinyen miydi? Bu hazinelerin taşınması esnasındaki lojistik işleyişi sen mi organize ettin? Sahada çalışan on bin işçiyi sen mi idare ettin? Yoksa sadece tasarımlarını bu gelen malzemelerle kaplamakla mı yetindin? Bir kişinin imparatorluk ölçeğinde olayları organize etmek üzere bu kadar fazla güç ve yetkiyle donatılması akla hayale sığmaz bir şey.

Kubbe’nin yapısal sistemini, tonozlar ve kavisli banklardan oluşan, böylece kenarlardan gelen baskıyı frenleyerek, ağırlığı düzgün bir şekilde yere indiren o emsalsiz sistemi tasarlayan kişinin sen mi, yoksa arkadaşın Anthemius mu olduğunu hep merak etmişimdir. Bu sistemi sen mi hayal ettin? Yoksa usta geometrici, İskenderiye bilgelerinden Heron’un takipçisi, Trallesli Antemius, ölmeden önce sana sırlarını açıklamış mıydı? Kubbenin Konstantinopol’ün güneşini süzüp, Bazilika’nın merkezine toplayacak 40 kemerli pencereyle delinmesini sen mi hayal etmiştin?

Kutsal Hıristiyan Liturji’sinin senografileri hiç umurunda mıydı, yoksa yalnızca bir bir bina içinde insanlığın o zamana dek tanık olduğu en büyük – yerden 55 metre yükseklikte 32 metre çapında – açıklığı yaratmaya mı odaklanmıştın? Bu kubbeler sisteminin dışarıdan nasıl görüneceği seni hiç düşündürmüş müydü? Jüstinyen İmparatorluğu’nun muhteşemliğini, Hıristiyan ayinlerinin kutsallığını mı ifade edecekti? O zamanlar bilmiyordun ki, ölümünden yaklaşık bin yıl sonra, Sultan Mehmet senin Bazilika’nı bir camiye dönüştürecek, burada beş yüz yıl boyunca içinde çok farklı ayinler yapılacak ve sonra da dinlerden bağımsız bir müzeye çevrilecek. Yoksa biliyor muydun? Belki de yaratacağın açıklık ve alana o kadar odaklanmıştın ki, böyle ayrıntılarla ilgilenmiyordun.

Konstantinopol’ün senin doğum yerin olan Milet’ten ne kadar farklı olduğunu merak ediyorum. Nüfusunu Romalılar, Yunanlar, Araplar, Persler, Gotlar, Osmanlılar, Slavlar, Avarlar, Bulgarlar, Balkanların oluşturduğu, Hıristiyanlar, Ortodokslar, Müslümanlar ve Yahudilerin yan yana yaşadıkları bu kuşatılmış toprak parçasından neler öğrendin? Bu çok farklı kabileler için hiçbir görüntü, hiçbir dil onları birbirine bağlayıcı bir işlev göremezdi ve sen bilgeliğini kullanarak, imparatorluğun temsillerine veya Kilise’nin ritüellerine odaklanmaktan kaçındın. Onun yerine geometriye odaklandın ki, bu devasa kubbe tonozlar ve kavisli banklarla yere kadar süzülüp gelsin. Yalnızca çok güçlü bir geometri, yüzeyleri süslemelerle kolonileştirme adına ardışık girişimlere direnebilirdi. Şimdi bakıldığında Jüstinyen İmparatorluğu’nu tehdit etmiş olan Nika Ayaklanması’ndan sonra Bazilika’yı yeniden inşa etmek için seni – bir fizikçiyi – ve Antemius’u – bir matematikçiyi – seçmekle doğru bir karar vermişti. Bir mimarın zihni muhtemelen gelip geçici, zamanla yok olmaya mahkum görüntülerle dolu olacaktı. Sizler Bazilika’nın acheiropoiesis*inin garantörleriydiniz, çünkü zihinleriniz ikonlar ve idollerle kirlenmemişti, düşünceniz yalnızca geometri ve madde üzerine yapılanmıştı. İnsan aklının Ayasofya’yı ne anlatabileceği, ne de tasvirini yapabileceği söylenir. Bin beş yüz yıl sonra New York’ta, Konstantinopol’den çok uzaklarda kurulmuş bu yeni metropolde, yeniden inşa edilen Ground Zero’nun sırtını dayadığı mimari tarz, ikonik temsillerle, Batı kültürünün, Hıristiyan değerlerin ve şehitlerin temsilleriyle kendini tüketmiş bir mimariydi. Kritik önem taşıyan tarihi bir örnek olarak İstanbul ve Ayasofya’ya bakmamak ne kadar büyük bir hata!

Senin ellerin, Miletli Isidore, Bizans’ın ikonografi üzerine tartışmalarına göğüs gerebilecek maddesel bir öz yaratma yolunda Tanrı’nın elleri oldular: Mozaiklerin üzerinin alçıyla kapatılması ve sonra yeniden ortaya çıkarılmaları, doğallık ve yapaylığı, ikonik olanla, inşa edilmiş olanı hedef alan temel sorular… Bu tartışmaların hepsi de Ayasofya etrafında dönecekti. Jüstinyen Bazilika’nın tasarımını üstlenmen için seni seçerken ileri görüşlüydü. Belki de Doğu ve Batı arasındaki, ikon düşkünü Latinler ve ikonoklast Bizanslılar arasındaki hizipleşmeden kaçınmaya çalışıyordu. On beş asır sonra senin Orta Çağ’ın en büyük metropolisi ve ilk küresel metropolis olan Konstantinopol’de yüzleştiğin bu sorunsalın içinde biz halen tutsağız.

(Ayasofya’nın mimari Miletli İsidore’ye mektup)

Alejandro Zaera-Polo

* Acheiropoieta: (Bizans Yunancası) “el kullanılmadan yapılan” anlamındadır. El kullanılmadan yapılan İkonlar da denir. Bu ikonlar insan bir ressam tarafından yapılmamış, mucizevi bir şekilde var olduğu iddia edilen, genelde İsa veya Bakire Meryem’in temsilleridir.


Sevgili İstanbul,

Nasılsın? Son buluşmamız 2007 sonbaharındaydı. O zamanlar çok meşgul görünüyordun; ve de kaotik. Özgüveninin hayli yerinde olduğu izlenimini bırakmıştın bende. Ve büyük emellerin vardı. Birisi bana şu an Shenzhen’den küçük ama Paris’ten büyük olduğunu söylemişti. Büyümeye devam etmeyi planladığını, 2030 yılından önce nüfüsuna 2.5 milyon insan daha katacağını duydum. Bu her gün 800 kişinin daha eklenmesi demek.

Anladığım kadarıyla neoliberal bir büyüme yolu takip ediyorsun. Bu ne anlama geliyor? Başarılarını yalnızca Gayrisafi Yurtiçi Hasıla yüzdeleri üzerinden mi ölçersin? Kendini geliştirmek için altyapıya odaklanıyor musun? Lütfen şu GSYH işine dikkat et. Çinli arkadaşlarım bunun sonunda bir saplantıya dönüşebileceğini söylediler.

İlerki yıllar için planların nedir? Çiftçiler dünyadaki tüm şehirleri çekici buldukları gibi seni de çekici buluyorlar mı? Bu insanların nerede yaşayacakları konusunda en ufak bir fikrin var mı? Hem zaten sen ne tür konutlardan hoşlanıyorsun? Artık elindeki tek konut tipi yalnızca site mi?

Peki, tarihi binalarını da, geçmişi korumak adına, yıkıp yeniden inşa ediyor musun? Yollarındaki araba sayısına her gün yüzlercesi daha eklenirken, kendini “yeşil” düşünmek hoşuna gidiyor mu?

Umarım Merkezi İş Bölgesi konseptine fazla yüklenmezsin; seni çok solgun gösteriyor. İyi bir arkadaşım bana bir finans merkezi olmayı amaçladığını, 2020’deki Olimpiyatlara da talip olduğunu söyledi. Elbette seni Tokyo veya Madrid’den daha çok seviyorum. Ama 2021 için de bir plan düşünebilir misin?

Sevgili İstanbul, beş yıl önce o hafta sonunda seninle ne çok eğlenmiştik. Şangay’a gitmek için senden ayrıldığım gün göründüğünden daha da güzel olduğunu umuyorum.

Sevgilerimle

Daan Roggeveen


Ey, tüm zamanların sevgili İstanbul’u, tüm şehirlerin Tanrıçası, sen benim kıyımsın. İki yüzü, iki ucu birbirine bağlayan, elle tutulabilir ve elle tutulamaz, aşırı uçlar arasında güçlü bir kesişim noktasını vücuda getiren bir kıyı. Ben senin mütevazı bir yurttaşınım. Beni kıyıda tutuyorsun, rahatsız, hiçbir yer olmayan sonsuz bir yer, ötekini keşfetmek ve öteki olmak için sonuz bir olasılık hattı. Nabzını hissediyorum. Buradayım, diğerlerinin arasında. Kendimde kalmak istiyorum, beni rahatlatıyorsun, çünkü kalabilirim, kendim olabilirim. Ben senin bir çok çehrenim. Sen benim Jekyll ve Hyde’ımsın; beni yaratıyorsun ama aynı zamanda tüketiyorsun, bir yandan o ele geçmez güzelliğinle beni büyülerken, bir yandan da mideme yumruğunu indiriyorsun.

Karanın denizle buluştuğu çok sayıda kıyılarından birinde doğdum. Yoğun dokunu özümsemek ve yansıtmak için daimi bir çaba içindeki yorgun gözler boşluğun içine doğru gezintiye çıktı, sahili yumuşacık döven, parıltılı minik dalgaların seslerini aştı. Yukarıda martıların çığlıkları, uzaklarda kibrit çöpü gibi minareler, yosun kokusu.

Şehri dolaşırken, durup seninle ilişkimi düşünmek istiyorum. Arkamdan akan kalabalıklar beni öne ve ileriye doğru iterken, boşuna bir çaba bu. Sana da hiç oluyor mu? Sanki havada yürüyorum, ayaklarım yerden kesilmiş. Senin için yeterince akıcı ve becerikli miyim? Bugün olduğum halime beni sen getirdin. Peki, seni de bugünkü haline benim getirdiğimin farkında mısın? Sen benim esnekliğimsin, ben senin çevikliğinim. Yankılanmak istiyorum. Senin ihtiras sokaklarında kendi yankımı duymak istiyorum. Yıllanmış taşlarla örülü duvarlarına gölgemi bırakmak istiyorum. Acı çeken yurttaşlar sana karşı birlik olmuşlar.

Ben senin kıyınım. Bu gezegenin neresinde olursa olsun, genişlerim, büyürüm, bunu yapmasını biliyorum, çünkü bana sen öğrettin. Ben senin direncinim, sen de benim. Çünkü sen teslim olmuyorsun, ben de olmayacağım. Biz ebedi bir savaşın içindeyiz, sen ve ben. Bana ilham veriyorsun, beni boğuyorsun. Yalayıp yutmak için bekleyen bir devsin. Beni kenardan itekleyip, bir pislik çukuruna mı atacaksın? Eninde sonunda o çukurun içine dökülecek betonla karışıp, fosilleşecek miyim? 3012’de keşfedilen bir arkeolojik hazine mi olacağım? Giderek genişlemeni ve diğer şehirleri yutmanı seyrediyorum. Birçok şehrin içinde ben kendi şehrimi yaratıyorum.

Kıyımı, kenarımı, kendimi kaybedecek miyim? Sen bana söyle.

Nazlı Gönensay

paylaş

Cevapla

You must be logged in to post a comment.