Haber
September 3, 2012

NCR-05 İstanbul’a Mektuplar

yazan

Shumon Basar, Superpool, Füsun Türetken ve Tom Dyckhoff, New City Reader’ın beşinci sayısı için İstanbul’a mektuplar yazdı.

Sevgili İstanbul, dün Orhan Pamuk’un aynı adlı romanının muhteşem bir sonucu olarak ortaya çıkan Masumiyet Müzesi’ndeydim. Bir arkadaşım fesi göstererek sordu: “Bunun ne olduğunu biliyor musun?”, “Evet,” dedim, “Kemal Atatürk Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde bunları yasaklamıştı.” Arkadaşım buna karşılık şöyle dedi: “Çünkü Osmanlı’ya aittiler.” Bu hafta kamu tartışmaları Türkiye’de kürtajın ahlakî ve yasal statüsü etrafında kızıştı. Liberaller bu mücadeleyi yeniden kazanmak zorunda kalacaklarını hiç düşünmemişlerdi; ama burada asıl ilerlemenin – sosyal, ekonomik ve biyolojik – tek yönlü bir cadde olduğu varsayımı sınanıyordu. Ve burası 11 Eylül’ün damga vurduğu bu on yılda Ekonomik Avrupa Kalesi’nin resmi olarak dışında tuttuğu, dolayısıyla iyimserlik anlayışını tam aksi yöne, yani doğuya çevirmiş bir Türkiye. Doğu, El Cezire Türkiye olabilir, Arap dünyasıyla hizalanmak için ülkenin saat ayarının değiştirilmesi olabilir (+2 değil, +3), Bakü, Bişkek, Mekke veya yerli MTV olabilir. MS 330’da kimi insanların sana, Hıristiyanlığın merkezini daha doğuya, ilk başladığı yerlere daha yakın bir noktaya taşıdığın için, “Yeni Roma” dediklerini hatırlıyor musun? Daha iyisiyle değiştirme, adaptasyon, yeni isimler, geçmişin mağlubiyeti… Peki ya şimdi? Louis Althusser’in söylediği gibi: “Gelecek çok uzun sürer.”

Sevgilerimle,

Shumon

8 Haziran 2012

Tarlabaşı, İstanbul


Sevgili İstanbul,

Nasıl yapabildin? Bazen ne kadar dikkatsiz olabildiğini görmek, beni hep hayrete düşürüyor. Şu fotoğrafına bir bak! Burası Beyoğlu’nda denizin görülebildiği tek yer ama senin otopark şirketin burayı sahiplenip devasa bir otopark yapmış. Nasıl oluyor da araba park etme konusunda daha iyi fikirler üretemiyorsun?

İçten sevgilerimle

Gregers Tang Thomsen


Sevgili Güzel Sanatlar Akademisi,

Merak ediyorum, acaba en çok aşık olduklarımız bizdeki boşlukları dolduranlar mıdır? Bunlar Sean Case’in hapisteki Nazım Hikmet’e yazdığı mektubundan sözler. Bu düşünceyi takip etmek bizi geçmişe, Boğaziçi’nin kıyısına, senin oturduğun o yere, annemle babamın 1960’larda öğrenciyken ilk defa tanıştıkları o yere götürdü. Ben o yılları yaşamadım ama yaşamımın o erken çağında ebeveynlerimin meslektaşları ve arkadaşlarından dinlediğim sohbetler; zihnimde canlanan görüntüler sayesinde beni büyüledin.

Annemle babam bir Alman profesörün davetine yanıt vererek daha uzun bir süreliğine İstanbul’dan ayrıldılar. Onların bu göçü, Türkiye, Avusturya, Almanya, Fransa ve başka birçok ülke arasında gerçekleşen uluslararası akademik

etkileşim ve karşılıklı değişim geleneği dahilinde sayılabilir. 1883’te Osmanlı İmparatorluğu zamanında Güzel Sanatlar Okulu olarak kuruluşundan itibaren, geçişmeli akademik etkileşim süreçleri hep devam etti, çeşitli tasarım fikirleri sınırlar ötesi yolculuklara çıktı ve sonunda vücuda geldiler. Sen bir kurum olarak tıpkı bu yılki ilk İstanbul Tasarım Bienali gibi uluslararası etkileşimler için elverişli bir platform oluşturdun. Ve bu tarihi bağlar şimdi benim ailemde de yaşıyor.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında modern kimlik arayışları toplumsal ve kültürel tartışmalara hakimken, Tasarım, özellikle Mimarlık ve Planlama kritik önem taşıyan siyasi araçlardı. Ulusun gerçekleştirmek istediği kuantum sıçraması, Osmanlı İmparatorluğu’nun düşüşünden sonra takip eden savaş yılları ve bilgi konusundaki kaynak yetersizliği ile tezat teşkil ediyordu. Genç ülkelerini modernize etmeye çalışan Türkiye Bakanlıkları, Almanya ve Avusturya’dan mimarlar davet ettiler. Çünkü bu resmi yetkililerin birçoğu da Batı Avrupa’da eğitim görmüştü ve özellikle Almanya’da iyi konumlarda bağlantıları vardı. Bu nokta şu anda Almanya’da göç üzerine yürütülen kamu tartışmalarında unutulmuş gibidir, ama bu başka bir mektubun konusu.

Sen Bruno Taut, Margarete Schütte-Lihotzky ve Martin Wagner gibilerinin gelip gittiğini, ders verdiklerini gördün. Ülkedeki ilk sanat ve mimarlık okuluydun, dolayısıyla Cumhuriyet’in reform sürecinin bir parçası oldun. Sanat anlayışı ve sanatın genç ulus-devlet içindeki işlevi konulu tartışmaların zeminini oluşturdun. Aynı zamanda, 1929’da mimar Herman Jansen Ankara’nın kentsel gelişim projesi komisyonunu kazandı. Bir Alman gazetesi “Başkentin gelişimi Türkiye’nin Mustafa Kemal’le yeniden yapılanmasını yansıtacak” şeklinde bir manşet attı. Bu anlamda mimar, Kemalist reform süreçlerinin ve modernleşme yolunda siyasi araç yaratma planlarının tercümanı oldu.

Sen 1. Dünya Savaşı’na, bir imparatorluğun çöküşüne, yeni bir ulus-devletin kuruluşuna, öğretmenlerin ve öğrencilerin göçüne tanıklık ettin. İkinci Dünya Savaşı sırasında, tarafsız kaldın ve dünyada gerçekleşen çeşitli siyasi dönüşümler ve Yahudi Soykırımı’ndan kaçan akademik kişiliklere ev sahipliği yaptın. Hannah Arendt’in siyasetin özgürlüğe ihtiyacı vardır fikrini takip ederek, acaba tasarımın da mı özgürlüğe ihtiyacı var diye merak ediyorum. Ve acaba Tasarım Bienali senin o zamanlar sunduğun gibi bir özgürlük alanı sunuyor mu? Bienal tarafsız mı olacak, yoksa siyasetin tesiri altında kalacak mı? Tıpkı eskiden senin yaptığın gibi, sınırlararası bir eklem yeri, bir bağlantı noktası oluşturacak mı?

Ne yazık ki, sevgili taş, sevgili beton, sorularıma cevap veremezsin. Ama bu duvarlar geçmişle ilgili, tanık olduğun krizlerle ilgili bana neler anlatabilirler, merak ediyorum. Kriz bağımlılıklar yarattı ve göçlere sebep oldu. Bunların sonucunda da uluslararası fayda doğuracak karşılıklı fikir alışverişleri için fırsat yaratılmış oldu. Butler’ın ifade ettiği gibi, karşılıklı bağımlıklarımız kriz sayesinde şeffaflaşıyor. Ama kriz aynı zamanda kayıplar da yarattı. Kayıptan bahsetmişken ve mektubumun başlangıç noktasına geri dönecek olursam, kendi içimizdeki boşlukların asla doldurulamayacağını fark etmemiz gerekiyor. Belki de bu bir trajedi de değil, çünkü aslında bunu tarif edebileceğimiz güzel bir kelimeye sahibiz: Hüzün.

Füsun Türetken


Gecekonduları karşına alıp didişmek, onları temizlemeye çalışmak, aileleri evlerinden etmek ve hayatları bozguna uğratmak yerine, onlarla birlikte çalışmaya ne zaman başlayacaksın?

Tom Dyckhoff

paylaş

Cevapla

You must be logged in to post a comment.