NCR-04 (Yıldız Falı), Korhan Gümüş imzalı bir metin: Üç Günlük Dünya Bir Günde Yıkılabilir
Quatremère de Quincy tarihselciliği eleştirirken biçimleri tıpa tıp aynı olsa da “tip” ile -ondan hareketle yapılan- “model”in birbirinin tam zıddı olduğunu söyler. İlki, “tip” merkezsiz bir yeniden üretim, ikincisi, “model” bir örneğin tekrarı üzerine kurulmuştur. Bu tespit modernliğin temel sorunsalı ile yakından ilişkilidir: Tasarımcı bir şeyin üzerine konuşurken aslında -gözümüzün önünde olduğu halde- bir başka şey üzerine konuşur. Böylece ‘temsil edilen’ tersyüz edilip ‘temsil edilmeyen’e dönüşür. Tasarımcının üzerinde konuştuğu nesne, ya bir benzeri, onun yerine geçen bir şeydir. Böylece temsil mekanın içinde başka şeylerle birlikte duran bir şey değil, onun yerine geçen bir şeydir. Biz ona baktığımızda onu değil, şeyi gördüğümüzü zannederiz. Bu yanılsama şeyler arasında görünmeyen bir hiyerarşi kurar. Bunun için mekanın dışına çıkması, yani görüldüğü yerde görülmemesi gerekir. Böylece üzerine konuşulan şey elleriyle şekil verebileceği bir yumuşaklık kazanır. Bu noktada ikircikli bir durum söz konusudur.
Kitlelerin bilgisizliğinden söz edilir, otoriter topluluklarda. Oysa asıl sorun edilmesi gereken kendisini bir sivil topluluk gibi konumlandıran, pozisyonunu ayrıcalık elde etmek için uyumluluk modundaki “orta sınıf”tır. Otoriter işleyişin asıl dinamosu bu sınıfın bir sivil toplum kesimi gibi kendisini temsil etmesidir. Bu sınıf benzerliği üretir; gerçekle düşünce arasındaki bağımsızlığı değil, karışıklığı üretir. Bu karışıklık düşüncelerin dünyayı tasarladığı yönündeki yanılsamanın kaynağıdır.
Orta sınıf pratikleri piyasa mekanizmaları tarafından üretilir. Piyasa yaratıcı düşünceyi bir estetik rejimi içine hapsetmeye çalışır. Kamusal işleyişe müdahale edilmesini, fikir üretiminin özgürleştirmesini engeller, yaratıcı düşünceyi felç eder. Piyasanın sınırları içinde yaratıcı düşüncenin işlevi anlaşılmaz. Hatta gelişmeye karşı olan bir işlev olarak algılanabilir. Güç sahipleri orta sınıfın fırsatçı, tekrara ve uyuma odaklı muğlak durumundan yararlanırlar. Toplulukların rızası ile her şeyi yapabileceklerini zannetmelerine yol açan da budur. Onlar nadiren entelektüel bir ortamdan beslenirler. Onlar için aykırı düşünceler değil, ortalama değerlidir. Entelektüel uğraşları küçümserler, dışlarlar. Oysa sorun düşüncelerin içeriği değil, düşüncenin üzerindeki hegemonyadır. Bir tarafı eleştirirseniz, hemen diğer tarafta olduğunuzu söyler muhataplarınız. Böylece saflar ayrıştırılır ve keyfilik gizlenir. Bu çarpıtma sınıfsal hegemonyanın garantisidir. Bu nedenle bağımlı işlevlerin mantığı ile toplumsal meseleleri algılamak mümkün değildir. Toplumsal meselelerin arkasında özgürce konuşulmamış, bastırılmış konular bulunur. İktidarlar kendi “kutsal bagajlarını” sınıfsal asimetriyi gizlemek için kullanırlar. Mobilize ettikleri kitlelerin kutuplaşmasına yol açarlar. Politik alan adeta dikenli tellerle çevrili bir sığınak işlevi görür. Kamusal alan ise politikadan mahrum bırakılır ve piyasa güçleri tarafından kolayca istila edilir. Piyasa güçleri kamusal alanın kapalı olmasından yararlanır. Piyasayı da bir özgürlük alanı gibi göstermek aldatıcıdır. Küresel piyasa güçlerinin karşısında kamu alanını özgürlüklere, katılıma, yaratıcılığa açamayan “milli” iktidarlar istila için fırsatçı imkanlar sunarlar. Kamu alanının yaratıcı düşünceye kapatılması onu ele geçirilmeye hazır, korunaksız bir av sahasına dönüştürür. İktidarların bağımsızlık iddiaları laftadır.
Bugün modernist kanonların enkaza dönüştürdüğü bir dünyada yaşıyoruz. Şiddet rejimi ne kadar mükemmel çalışırsa çalışsın, onarılamayacak hatalar yapıyor. Siyasetin yetersizliği, çözümsüzlük, alternatiflerin yokluğu bu sorunların altında başka bir mesele olduğunu göstermekte. Sınıfsal asimetriyi gizleyen ideolojik bölünmenin şiddetini. İktidarların temsil kabiliyeti, demokratik taleplere cevap vermesi gerekli, ama bu kitlelerin özgürlüğü için yeterli değil. Yaratıcı düşünce güç ilişkilerinin tehdidi altında. Bu tehdit yalnızca sanata, mimarlığa, yaratıcı düşünceye karşı değil, güç sahipleri tarafından temsil edildiği izlenimi verilen kitlelere yönelik.
Halk anlamıyor, hatırlamıyor derken seslerini duyurmak için bağırıyor insanlar. Bu iyiye bir işaret. Şehrin gözlerinden bakıyorlar dünyaya. Bu çığlıkları duymayanlar için dünya artık yalnızca bir pencere. Bir vakte kadar, ben diyeyim on sene, siz deyin yirmi sene, bu şiddet rejimi normal olmaktan çıkacak, demokratikleşecek. Bu defa dönüşümün dinamikleri başka yönde. Rejimin 19. yüzyıldan kalma koruma duvarları yıkılıyor. Çığlılklar orta sınıf kanonlarını yırtan bir mevcudiyeti ortaya koyuyor. Tasarımın orta sınıf tembelliğinden ve fırsatçılığından kurtarılması mümkün. Üç günlük dünya bir günde yıkılabilir, ya da üç vakit sonra tek bir dünya hepimizin olabilir…
Cevapla